31 Mayıs 2014 Cumartesi

DEFALARCA İZLEYEBİLİRİM...










Dün bayağı önceden izlediğim bir filmi yeniden izledim ve tekrar kendi kendime 'Bu mühtiş ötesi bir film yahu' dedim durdum...Hangi filmden mi bahsediyorum? Bahsettiğim film 'The Children Of Huang-shi..

Tarih 1938. Mekan Japonya'nın işgali altındaki Çin. İngiliz gazeteci George Hogg, bir Kızıl Haç görevlisi gibi davranarak Çin'e ulaşıyor, amacı orada yaşananları fotoğraflamak. O esnada Japon askerler tarafından yakalanıyor ve idam edilmek üzere iken Çinli bir komünist tarafından kurtarılıyor. İkili arasında kurulan dostluk Hogg'un daha sonra 60 yetim çocuk ile çıkacağı zorlu yolculuğa önayak oluyor. Film George Hogg'un gerçek yaşam hikayesine dayanmakta...

Filmin gerçek bir hikayeye dayandığını öğrendiğimde kilitlenip kalmıştım öylece...Bunu filmin sonunda tahmin ettim. Filmin sonunda konuşan George Hogg'un sahiplendiği o Çinli yetim çocuklar bugünün ihtiyarları olarak karşımıza çıkıyorlar, o günün tanıkları olarak Hogg'a şükranlarını sunuyorlar. Yani film son dakikasında sizi tam anlamı ile ele geçirmiş oluyor. Az bilinen bir savaşın ve uzak bir coğrafyanın bu denli gerçekçi ve tüm çıplaklığı ile ele alınması, bir de bu olaya kolay kolay görülemeyecek Çin manzaraları katılınca etki büyüyor. Başrol oyuncularının yanı sıra Çinli küçük çocukların oyunculukları da göz dolduran cinsten.

Film sade konusuyla, her şeyi olduğu gibi anlatmasıyla ve müzikleri ile de sizi sarıyor. Savaşın yıkıcı etkileri tek bir insanın gözünden anlatılmış. Hogg'un yetimhaneye geldikten sonraki manevi değişimi ve çocukları katliamdan kurtarmak için gösterdiği üstün çaba insanı hayrete ve hayranlığa sürüklüyor. Filmin ucuna Hogg'un kadın kahraman hemşire Lee ile yaşadığı aşk hikayesi de iliştirilmiş.

Savaşın aksiyon kısmının arkasında kalan yaşamı ele alan ve öğretici olduğuna inandığım bu filmi izlemenizi tavsiye ederim...

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Bazı şiirler vardır hani, sizi alır başka dünyalara götürür ya...İşte onlardan birisi defalarca okuduğum...

Aşktan N'anlarsınız Bayım

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
üst katında çocukluğum...
Kağıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!
Allahla samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı...
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardesüm bile oldu
içinde kaybolduğum...
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben istedim işte bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin,
uzaklar seni ister
Bak uzaklar da aşktan anlar bayım!
Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip,
zehrimi alsın diye...
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
ilahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!
Ben işte Miraç gecelerinde,
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım
uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
bir şiir aradım...
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım
ülkem olmayan ülkemi
kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm...
Bi ters bi yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm...
Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım
Annem
Ki beyaz bir kadındır, ölüsünü şiirle yıkadım...
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı
Kalbim ucu kararmış bir kaşık gibiydi bayım
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım...
Aşk diyorsunuz ya
İşte orda durun bayım
Islak, unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım,
kendimin ucunda
öyle ıslak,
öyle kötü kokan,
yırtık ve perişan...
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız...
                                                                                    DİDEM MADAK

25 Mayıs 2014 Pazar

PARDON AMA SİZ BAŞKA NE İŞE YARARSINIZ Kİ?

 

              Dün oldukça talihsiz bir olay yaşadık, korktuk, panikledik...Deprem gerçeği ile bir daha, yeniden yüzleştik. Geçmişte büyük acılar yaşadık, evet, ama bu gerçeği kabullenmek ve onunla yaşayabilmek önemli olan...Onunla yaşayabilmek derken neyi kastediyorum?

 

             Şöyle ki; bu doğal afet sadece başımıza geldiğinde bir süre hafızalarımızdan çıkmayan ama daha sonra çabucak unutulacak türden bir mesele değil öncelikle. Her yönden uzun vadeli önlemler almayı gerektiriyor. Gerek konutları depreme uygun bir biçimde yapılandırmak, gerek altyapı sorunlarını çözümlemek, gerek insanları bu konuda en üst düzeyde bilinçlendirmek...Ama burada bir nokta daha var ki diğer önlemler ve düzenlemeler kadar önemliliği tartışılır...Bahsettiğim nokta iletişim...

 

             Böyle durumlarda insanlar o ilk şoku atlattıktan sonra hemen sevdiklerinin, yakınlarının iyi olup olmadıklarını merak edip telefona sarılır. Ama dün gördük ki bizim o büyük! GSM operatörleri bu sınavı hakkıyla veremedi.Reklamlarda alt yapıdan bahsederler, dağda bayırda ve aklınıza gelebilecek bilumum yerlerde kesintisiz çekim gücü olduğunu söylerler, söylerler, söylerler...Kısacası; ama ben o anda sevdiklerime ulaşamayacaksam, pardon ama siz başka ne işe yararsınız ki???

22 Mayıs 2014 Perşembe


 

BELKİ "PEKİ" BİZİM "SONSUZA DEK" İMİZ OLUR...

        Az önce bitirdiğim bu kitap hakkında sayısız methiyeler düzebilirim.Ancak tek söyleyebileceğim şey, bir solukta okuduğum ve okuduğum her dakika gözümün kenarında biriken bir damla yaşın her seferinde beni şaşırtmadan kendini bırakıvermesidir.Evet, ne yalan söyleyeyim beni ağlatabilen kitapları garip bir biçimde seviyorum.Tıpkı bu kitap gibi...Çevirdiğim her bir sayfada beni neyin beklediğini kestiremedim. "Daha fazla mı ağlayacağım acaba?, "Yoksa bu iki insan hayatın acımasızlığını yenerek hayalini kurdukları yaşama kavuşabilecekler mi?" dedim, durdum.Ama sonu istediğim gibi bitmedi maalesef.Zaten hangi kitabın sonu istediğimiz gibi biter ki, değil mi?...Yazarın karakterler yolu ile olsa da kitapta bahsi geçen "Görkemli Izdırap"ın sonunu eleştirmesi, benim "Hah, bu demek oluyor ki hikayenin sonunda kime, ne olacak hepsini ayrıntılı bir biçimde öğreneceğiz." dememe sebep olmuştu.Ama Hazel'e tam olarak ne olduğunu öğrenememem beni yaraladı sayın John Green, bilin istedim:)...Fakat kitabı kapattığım anda, bu kadar içten duygular barındıran ve hayata dair fark edemediğimiz küçücük kıpırtıları hissettirebilen bir hikayeye tanık olduğum için kızgınlığım hemen geçti:)...Neyse okumanızı tavsiye ettiğim bu kitap hakkında lafı çok uzatmayayım ve sanırım onu en iyi özetleyen bir kaç cümleyle sözlerime son vereyim;Yıldızların hastalık ile sağlık, ölüm ile yaşam arasına çektiği ince çizgide gidip gelen iki gencin, sayılı günlerinde sonsuzluğu bulma çabası...

 

10 Mayıs 2014 Cumartesi

SEVİYORUM KIZ SENİ...



 

           Evet, yarın anneler günü...Her ne kadar yaşadığımız şu dönem itibari ile böyle sembolik günleri çokça kutlasak da bende(bayağı klasik olacak lakin)annelere gösterilecek sevginin, bir güne sığdırılmaması fikrini savunmaktayım.Düşünün ki o; sizi ömrü boyunca karşılıksız sevebilecek birkaç kişiden en değerlisi.İşte bu yüzdendir ki sevgili annem; beni en iyi şekilde yetiştirmek adına çabaladığın için, ilkokulda bıkmadan usanmadan kitaplarımı kapladığın için:) ve en önemlisi beni sevdiğini hissettirdiğin için minnettarım sana...

5 Mayıs 2014 Pazartesi

BİRAZ GERÇEKÇİ OLURSAK...


                                                                                        

             Bu tuhaf bir döngü...Hayatımızdan birtakım şeyler hızla kayıp giderken,zaman da sanki bunlara yetişmeye çalışırcasına koşmakta.Hayatın telaşına kapılıp da göz ardı edilen,önemsizmişcesine hayatımızda yer kaplayan meseleler aslında zamanın çağrışımı ile bize kendini hatırlatıyor.Bu aşamadaki en büyük korkumuz, "Yerinde Sayma" olsa gerek."Yaaa o kadar zaman geçmiş mi üzerinden?,"Biz neredeydik,nereye gittik?......."Ne kadar yol aldık?" sorusuna,"Dirhem kadar yol alamamışız meğer" cevabını veriyorsak,bu durum daha en başta canımızı sıkmaya yetebilir.Oysaki emek verdiğimizi,çabaladığımızı düşünürüz ve ardından eksiklikleri eşeleyerek gün yüzüne çıkarmaya çalışırız.Burada ilk olarak başkasını suçlamak geçici bir ferahlık verebilir,evet belki de gerçekten suçlu olan karşımızdaki insandır,kabul.Ancak o geçici ferahlık diğer boyutu görmemize engel olur.Bahsedilen diğer boyut şudur ki;Ya biz ona bu suçu işleyecek fırsatı kendi ellerimizle sunmuşsak??İşte bu yüzleşmenin taa kendisidir:)İlk başta kabullenmesi biraz zor geliyor ama en azından kendi açımızdan birşeyleri sonuca vardırabilmek adına mükemmel bir adım:)